Akşam 5 çayı, bira ve İskoç viski; Britanyalıların içki kültüründe yer alan bu içeceklerin arasından kahve son yıllarda yaptığı atakla yavaş yavaş sıyrılıp kendisine farklı bir yer kazanmaya başladı. Çay, güne başlama ve akşam vaktinin içeceği, bira ve viski ise iş arası öğle yemeğinde ve akşam iş çıkışında tüketilen günün içeceği iken kahve hem ikisini de kapsayan hem de sokağın rahat hayatına uyum sağlayanların içeceği olarak yükselmeye başladı. Londra Kahve Festivali de bu yükselişin bir sonucu olarak her yıl popülaritesini artırmaya devam ediyor.
Tony Blair’in başbakan olduğu yıllarda, İngilizleri ve özellikle de gençleri pub ve barlardan dışarıya çıkarıp ve aynı zamanda ekonominin çeşitlenmesi açısından 1998 yılında Londra’da ilk Starbucks açıldığında aslında kendi kültürlerini yaşamayı seven İngilizler için bu bir “Amerikan Kültürü” havasında gelmişti. Ancak genç nesil için bu güzel bir atılımdı çünkü Hollywood filmlerinde ve sokaktaki Amerikan ünlülerinin ellerinde gördükleri kahve ve kahveli içecekleri artık kendileri içebilecekti.
Zamanla kahve satışı yapan yerler çoğalmaya başladı. Kahve almak için kuyruklar oluşmaya başladı. Sabah çayı yerini yavaş yavaş kahveye bırakmaya başladı. İngilizler unuttukları kahve içeceğini tekrar yaşamaya başladılar. İngiltere’nin kahve ile tanışması 1651 yılında Osmanlı ile ticaret yapan bir tüccarın İstanbul’da sürekli içtiği kahveyi getirip Londra’da kahvehane açmasıyla olmuştur.
O dönemde Osmanlı’dan yavaş yavaş kahve de almaya başlayan İngiltere’nin 1654 yılında Oxford şehrinde açtığı “Kraliçe’nin Kahve Evi” isimli kahvehane hala hayatına devam etmektedir. Zamanla Osmanlı’nın batıyla arasının bozulması nedeniyle kahveyi Hindistan’dan getirmeye başlayan İngilizler zamanla hem Osmanlı ile bağların kopması hem de Hindistan’ın bağımsızlığını kazanması ve üzerine 1. ve 2. Dünya Savaşlarının gelmesiyle beraber kahveden uzaklaşmaya başlamıştır.
Doksanlı yıllarından sonundan ve özellikle de 2010 yılından itibaren dünyaya yayılan Third Wave of Coffee dalgasına İngilizlerin de kapılması kaçınılmaz oldu. İlk Londra Kahve Festivali 2014 yılında yapıldığında 7000 kişi katılmıştı. 2015 yılında yapıla ikinci kahve festivalinde katılımcı sayısı 23000 olmuştu. Bu yıl 7-10 Nisan tarihleri arasında yapılan kahve festivalini ise tam 30488 kişi ziyaret etti. Şehrin içerisinde birçok yerde açılan bağımsız kahve mekanları ve onların sundukları yüksek standart ve kalitedeki kahveler zamanla zincir olmuş dünya kahve markalarının önüne geçmeye başlayınca tüketici elbette festivalini de merak etmişti haliyle.
10 Nisan Pazar günü festival binasına yaklaştığımda sokağı kahve kokusu sarmıştı bile. Sabah saat 10’daki kapı açılışında hazır bulunduğum için yaklaşık bir saat sonra oluşmaya başlayacak kuyruktan da kurtulmuş oldum. Londra Kahve festivali iki katlı eski bir bira fabrikasında yapılmaktaydı. İçeriye girer girmez öncelikle hemen üzerinde London Coffee Festival (Londra Kahve Festivali) yazan çantalar dağıtılmaya başlandı.
Eli boş gelenler için iyi bir çanta olmasının yanında hatıra olarak da elde bulunması güzel düşünceydi. Tabii bir de o çanta boş kalmasın veya gözükmesin diye ilk adım attığınızda sizleri alışveriş düşüncesine sokan bir pazarlama taktiği olarak gözükebilir, hele de çantası şişmiş insanları görünce. İlk kat yani güney olarak adlandırılan kısım daha çok kahve malzemeleri üzerine olduğundan neredeyse ikinci kat yani kuzey olarak adlandırılan kısım ile oldu bütün uğraşım. Yani üreticinin olduğu, farklı markaları, kahveleri ve bu güzel dünya içerisindeki çeşitliliği görüp tadabileceğim zemin burasaydı.
Gün içerisinde kahve tadımlarımın fazla olacağını bildiğimden Cumartesi günü sabah kahvesinden sonra hiç kahve içmemiştim ve 24 saatten uzun bir süredir kahvesiz kaldığım son günü hatırlamıyordum. Aşırı kafein alımı da almak istemiyordum ama çeşitliği gördüğüm anda kendime koyduğum sınırı kaldırdım. Öncelikle elime haritayı aldım ki nerede neyi bulabileceğimi ve neresiyle daha çok ilgilendiğimi bileyim. Kapıdan henüz girişte içerideki görevlilerin yeni içeriye adım atan birine yardımcı olması güzel bir göstergeydi. Alana girdiğimde ilk gördüğüm kahve kokteyli yapan stand olması açıkçası tebessüm ettirdi, alkolün vazgeçilmezliğine kahveyi yerleştirmişlerdi bile bu şehirde.
Daha henüz ilk kahvemi tatmadan önce mekanın henüz dolmaya başlamamasının da avantajıyla standları ve özellikle de Lab denilen konuşmaların olacağı mekanın civarındaydım. Girişte ilk gözüme çarpan standlardan biri de Kahve Dünyası oldu, Londra’nın göbeğinde güzel bir yer açmışlardı ve bugün de buradaydılar, hafif bir tebessüm. Bu arada Ozone isimli, daha önceden çok bildiğim, oldukça iyi bağımsız kahve üreticisinin standını görünce hemen atıldım ilk espresso için.
İlk espresso ama teknik bir arızadan makineleri çalışmıyordu fakat chemex ile filter dağıtmaya başlamışlardı bile. Tam sıra bana geldiğinde filtre bitmişti ve chemex filtrelemesini de izlemeye başlamıştım hafif de sohbet ederek. Suyun derecesi, kahve gramajı, filtre kağıtlarının kalitesi üzerine barista arkadaşlarla sohbet ederken aynı zamanda bu arada makine çalışır hale geldi ve makinenin başına da hemen girişte verilen bu seneki kahve festivali dergisinin kapağındaki iki hanımefendi yerleşti.
Böylece ilk espressomu Yirgacheffe, Harrar, Jagong ve Guaya olan blend üzerinden içtim ve gözlerim açıldı. Single kahveleri çokça tükettiğim için blend ve hiç içmediğim single üzerine odaklamıştım kendimi ve bu blend çok iyi geldi. Makine başındaki barista hanımefendileri, chemex beyefendileri kadar sohbet meraklısı olmadı ama blendi satmayı başardılar bana, maksat çanta boş kalmasın.
Elimde kahvemle gezerken çevreyi de inceleme fırsatım oldu. İnsanların oturması için koltuklar, sandalyeler, banklar varken çocuklar için de çok ufak bir oyun alanı yapılmıştı, ayrıca langırt masası da koyulmuştu. Mekanda canlı müzik çalıyordu. Özellikle de o gün ilk defa dinlediğim Sonia Stein sesi etrafa çok güzel yayılıyordu. Canlı müzik ve etraftaki kahve kokusuyla kendimi bambaşka bir dünyada hissetmeye başlamıştım.
Gözlerim hiçbir ayrıntıyı kaçırmamak için her yeri tararken en çok dikkatimi çeken de kahve teknolojisinin ne kadar çok geliştiği oldu. Kahve öğütme makinelerinin çeşitliliği inanılmazdı. Kahve öğütmenin bile artık başlı başına bir pazar olduğunu gördüm. Öğütelecek kahve miktarını, derecesini, miligramını, ağırlığını ayarlayan makineler neredeyse her standta mevcuttu.
Her şey tamamen Third Wave of Coffee atılımındaki gibi en yüksek standarttan kahveyi yaratmak üzerineydi. Birkaç espresso ve filtre içmiş halde devam ederken barista olanların birçoğunun kahve tanıtımını iyi yaptıklarını ama kahve getirilişi, ekonomisi ve pazarlaması üzerine konu açtığımda sessiz kaldıklarını gördüm. Aslında niye zorluyordum ki, işleri barista onların, görünen yüzler, daha gerisiyle ilgilenmiyorlardı, benim yaptığım da işgüzarlıktı.
Standları gezmem esnasında Union isimli firmanın o anda yapmaya başladığı kahve kavurma işleminin başını yakaladım. Hemen atıldım elbette makine başındaki iki arkadaşa. Koyulan kahve miktarından sıcaklık derecesine, kavurmanın basamak basamak işlemlerinden gözle gözlemlenmesine dair her şeyi konuştuk. Daha bir mutfağında olan kişiler baristalardan daha sıcak gelmişti bana. Hatta bana “Biz burada her dereceye göre kavuruyoruz, sonra kalite mühendisi karar veriyor hangi kavurma daha iyi diye, ama her zaman aynı düşüncede olmasak da son söz onun” diyerek pozisyonun karar vermede aslında nasıl etkileyici olduğunu göstermiş oldu.
Sohbetimize devam ederken “o kadar konuştuk bir şey alayım bari” düşüncesine girdim ve Guatemela, Yirgacheffe ve Sidamo’dan oluşan blendlerini almış oldum. Bu arada kahve kavurması esnasında yayılan kahve kokusu müthişti, enfesti. Hele de kahve çekirdeklerinin çıtlamalarını izlemek memnuiyet verdi. Bazı standlarda ziyaretçiler dilerlerse kendi kahvelerini yapabiliyorlardı barista yardımlarıyla. Özellikle de flat white içiminin ne kadar popülerleştiğini görmüş oldum. Tabii üzerindeki sanatın meraklısı da çoktu.
Kahve satıcıları dışında kurabiye, doughnut ve çikolata satıcıları da vardı, elimde kahveyle yanında biraz tatlı iyi gidiyordu. Ayrıca çay ve meyve suyu satıcıları da vardı. En güzel anlardan biri de içtiğim cascara oldu. Panama’dan gelen cascara soğuk olarak servis edildi ve ilk defa içmiş oldum bu haliyle. Harika bir tadı ve aroması vardı, tamamen sanki bir meyve çayı içiyormuş kıvamındaydı ki zaten kahve kirazından yapıldığı için bu doğaldı, ve kafeini vücudumda tavan yapan nokta bu oldu.
Her yerimde artık kafeini hissetmeye başlamıştım. Brighton’dan gelen Pharmacie isimli kahve standında ilk defa Kongo kahvesini içmenin keyfini yaşarken barista arkadaş ben daha sormadan kahvenin üretilişini, getirilişini anlatmaya başladı. Benim de yorumlarımla kahve dünyasında yaşadığımı anlayınca sohbet koyulaştı, ama elbette sadece ben değil başka kahve tadımı yapanlar da vardı ve onlara döndüğünde ben ilk defa içtiğim Kongo kahvesini satın alırken adının sonradan Rick Curtis olduğunu öğrendiğim takım kıyafetli beyefendiyle sohbete başladım. Onunla olan kahve sohbetinin içine o günlerde Premier League’e katılma savaşı veren Brighton & Hove Albion konusu da girince sıcak ortama biraz daha kahve ve tatlı da katıldı.
Ayrılmaya karar verdiğimde bana kendi kişisel kartvizitini vererek “İş ve meslek değiştirmeyi düşündüğünde bana özel numaramdan ulaşabilirsin” demişti. Kahve çekirdeklerini satın alırken en hoşuma giden pazarlama ise miktarları oldu. Bildiğimiz en çok satılan 200gr veya 250gr kahve paketerinin yanında 100gr ve hatta ”Denemelik” olarak adlandırılmış 50gr ve 70gr paketler de mevcuttu. Bu ufak paketleri 1 pound veya 2 pound vererek almak aynı zamanda cepteki bozukluklukları bitirmek açısından da iyi işe yaradı. Tadımlık satılan bu ufak paketlerden fazlasıyla aldım ki bu pazarlamaya tutulan benim gibi fazlasıyla ziyaretçi olduğundan eminim. Alan ve satan memnun gözüküyordu.
Londra Kahve Festivali içindeki Lab bölümünde izlediğim konuşma ve sunumlarda şirketler daha çok kendilerini tanıtan haldeydi. Ben işin daha çok ekonomik bölümünün anlatılacağını düşünsem de firmalar elbette kendi tanıtımlarını, büyümelerini gösterme amacındaydılar. Aslında Pazar günü daha çok bu yöne adanmıştı, önceki günlerde, özellikle de Cuma günü daha ilgi çekici programların olmasına şaşırdım.
En yüksek katılımın Pazar günü olacağı bilinmesine rağmen bence en dikkat çekici olan programın Cuma günü olması Londra kahve Festivali için bir eksiydi.
Kahve Dünyası’nın sunumunu da izleyebildim, özellikle. Aslında sıralayacağım eksik noktalar çok, ses, kötü sunum, Türk Kahvesi’nin tanıtımı, tarihi vs. iyi servis edilemedi ama arkamda oturan bir İngiliz hanımefendinin yanındaki arkadaşına sessizce ve utanarak söylediği sözleri ise özetti: “Dediğinden bir şey anlayabiliyor musun? Çok zor anlıyorum, İngilizceyi daha iyi konuşan biri daha iyi olurdu, daha çok anlayıp öğrenirdik”.
Türk Kahvesi gibi özellikle de yabancıların cezveyle kahve yapımına heyecanla yaklaştıkları bir anda ve her yerde espresso makineleri ve chemex uçuşurken, sen kendi kültürüne ve ismine ait tanıtımı bir türlü tanıtamıyorsan akılda elbette bu kalır.
Barista Master yarışmasının tamamını izlemesem de izlediğim bölümlerde baristalığın artık bir sanat, bir yetenek sınıfına geldiğini de gördüm. Baristalar kahvelerini hazırlarken aynı zamanda konuşma da yaparak ne kadar kahve kullandıklarını, neyi ne için yaptıklarını içine biraz da felsefe koyarak anlatıyorlardı.
Kazanan Avustralya’dan gelen Ben Morrow oldu, 5000 pound cebine koyararak. Aynı zamanda Londra Kahve Festivali içinde yapılan alışverişlerden ve bağışlardan Etiyopya’da temiz içme suyu yaratma projesine 100.000 pound toplanmış oldu. Londra Kahve Festivali katılımcısı 200’den fazla firma arasında sadece 1 tane Etiyopya ve 1 tane de Kolombiya katılımcısı vardı.
Kahvenin doğduğu, üretildiği, işlendiği Güney Amerika, Afrika ve Asya kıtalarının nasıl da Avrupa ve ABD şirketlerinin etkisi ve kontrolü altında olduğunu bir kez daha yakından görebildim. Londra’da kahveyi yeniden hatırlatmaya başlayan Starbucks standının ise en boş stand olduğunu, kapsül kahve üreticilerinin sinek avladığını, bilincli kahve tüketicisinin nasıl da yüksek standartta kahve üreten Third Wave of Coffee akımıyla doğan bağımsız şirketleri daha çok el üstünde tuttuğunu görmek ise mutlu bir tebessüm kondurdu kahve ile yıkanmış dudaklarıma.
Keyifli ve bol kafeinli geçirdiğim Londra Kahve Festivali çıkışında gelecek seneki festivalin tarihlerini ve yine aynı mekanda yapılacağını da öğrenmiş oldum. Bira fabrikasında artık kahve kokusu vardı bu şehirde ama temelinde yine birayı tutarak.
“Aysız bir gece gibi siyah olsun kahvem.”
DAVID LYNCH
Ben geçen sene İstanbuldaki kahve festivaline katıldım, en büyük şikayetim hem soğuk ve açık havada olmasıydı. O soğukta yağmur kar atıştırırkenstandlarda dolaşmak kolay olmuyor, öte yandan oldukça kalabalık olduğu için sıra bir türlü size gelmiyor.
Şimdi sizin yayınladığınız fotograflara bakıyorum, bir tanıtım filminden alınmış gibi. İnsanları sanki keyfini çıkarta çıkarta standlardaki kişilerle konuşmuş gibi görünüyor. Yazınızda da bol miktarda kahve çeşidinitatma şansınız olduğunu belirtmişsiniz, Türkiyedekinde kahve tadabilmek için kalabalıkta kendinizi öne atıp 5 -10 dk beklemeniz gerekiyordu. Hani brexit filan şakasıyla İngiltere çıkmışken biz girelim diyoruz da, ya arkadaş kahve festivalinde bile muadilini yapamıyoruz ki. Çok güzel yazı olmuş festival nasıl yapılır onu gördük sayenizde..
Oldukca sicak bir ortam oldugu dogru. Kahve kokusuyla, canli muzigiyle, ortamiyla. Insanlari “Hadi gidelim biraz kahve gorelim, bir iki tane de icelim”havasindan cikarip guzel bir gun gecirmeleri icin calisilmisti. Tanitim yapmanin ve bilgilendirmenin yaninda eglendirmeyi basardi festival. Dilerim Istanbul’daki festival de ayni havaya gelir. Tesekkurler okumani ve yorumunuz icin.
çekirdek kahve alırken sizin tercihiniz hangi markadan yana oluyor? sektörün lider firmlarından lavazza yada segafredo alırsak markayamı para vermiş oluruz?
Samet Bey Merhaba,
Açıkçası bu markalar endüstriyel markalar. Elbette bu tercih meselesidir ama 3. Nesil kahve üreticilerinin kahvelerini tattıktan sonra inanın ki bu bahsettiğiniz markalar size hep aynı gelmeye başlayacak. Marka ya da adres vermeyeyim ama Google da “ethiyopia yirgacheffe sepet” diye aratabilirsiniz. Bu kahveyi getiren ve online satış yapan bir çok 3. nesil kahveci çıkacaktır karşınıza. beğendiğiniz bir kahveyi istediğiniz gibi kavurtturup, öğüttürüp satın alabilirsiniz. Ama öğüttürmekden ziyade çekirdek almanızı tavsiye ederim. Öte yandan aldığınız kahvenin ömrü çok iyi saklarsanız en fazla 1 aydır. Öyle paket üstünde yıllar sonrasına ait skt olan markaların kalitesine temkinli yaklaşmak gerek. Umarım yardımcı olabilmişimdir. Bir de Caner’in şu yazısını okumanızı tavsiye ederim. https://mokapota.com/2015/12/18/kahve-saklama-ve-koruma-yontemleri/